Translate

28 Mayıs 2020 Perşembe

MÜZİĞİN BİLGELİĞİ II



Müzik ve İnsan 

Bir önceki yazının devamı olarak gelelim, iç hayat yaşamaya çalışan bizler için doğru seçilmiş bir müzik, hangi alanlarda bir araç olabilir? İnsanın dil ve hafıza konsepti birleştiğinden dolayı müziğin aynı unsurlarını algılayabiliyor. Bazılarımız tempoyu ya da seslerin aralıkları hissetmekte zorluk çekebilir ancak tüm yetileri kaybetmek gibi bir şeyin olmadığını söylüyor bize bilim.

Bu bağlamda müzik kayıp olan bazı yetileri geliştirmek için kullanılıyor;

-Parkinson- hareket
-Konuşma bozukluğu ya da sonradan konuşmayı öğrenme gibi

Aynı zamanda birçok unsuru olan özellikle klasik müzik;

-Çocukları daha zeki yaptığı bilim tarafından artık kabul görüyor.
-Erken yaşta enstrüman çalmaya başlayan bir çocuk, dilleri anlama ve öğrenmede daha avantajlı oluyor.
-Müziği hatırlama yeteneğimiz de etkin bir öğrenme aracı olarak kullanılıyor.

Örnek: Orff eğitimi

-Birbirimiz ile eş zamanlı sevgiyi hissettirdiğinden sosyal faydalar sağlıyor
-Beraber müzik dinlediğimizde bir tür anlayış ve güçlü bir bağ geliştiriyoruz.
-Ve insanların birbirlerine karşı daha iyi davrandıklarını gösteren bilimsel deliller var.
-Müzik uyumun bir biçimi olduğundan ara bulucu bir etkisi var, beraber müzik yapmak bir bağ oluşturuyor. Bireyler gruba daha yakın hissediyor ve birliği deneyimleyebiliyor.
- Müzik güven ve iş birliğine etki sağlıyor.
-Örnek olarak en basit anlamda eğlence aracı olmaktan ziyade bilinci yükseltme pratiği olarak müzik bize farklı kapılar mutlaka açacaktır. Ne dinleyeceğimizi seçerek, müziği hayatımızı ve bedenlerimizin armonisini dengeleyecek bir araç olarak kullanamaz mıyız?

Evrime baktığımızda görüntü gelişiminden ziyade yetenek gelişimini görüyoruz. Dans eden kuşlar var, rtim tutan papağanlar, foklar, şarkı söyleyen yunuslar... vs...

Hayvanlarda rtim, melodi, doğada ise armoniyi görüyoruz.

İnsanın içinde ise muazzam güçlü bir yetenek var. Bu yeteneğimize temas ederek evrim yolunda yürümeye devam edemez miyiz? Müzik ile; felsefi olarak farkındalıklar kazanabileceğimiz gibi, evrenselliği anlama, kendimizi tanıma, doğayı anlama, evrensel olan uyumu hissetme, hayatın ritminde akma, istikrarı anlama gibi bilincimizi de geliştirmiş olmaz mıyız?

Bunun için bize olumlu titreşimler doğuran şeyleri seçerek, tekrar tekrar dinleyerek derinleşmek, isteğimiz varsa, bu alanda yeteneğimizi keşfedip geliştirmek için; icra etmek, tekrar tekrar söylemek/ çalarak güzellik arketipini kendi içimizde aramak ve dış ve iç sese dönüştürmek bir felsefi yol olamaz mı?

Müzik bize bir şey anlatıyor!

"Müzik, insanı önce kendisiyle, sonra da diğer insanlar ve evren ile bütünleştiren en etkili araç ya da en kısa yoldur. Var edilen her şey “ol” emri, yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu nedenle hepsinin özünde riim ve ton, yani müzik vardır.

Gerçek müziğin farkına varan ve onun ardındaki sırrı çözebilenler, bütün evren ile aynı frekansta titreşir ve her şeyle anlaşıp, konuşabilirler. Müzik, bize hoş ve eğlenceli bir zaman geçirme aracı gibi gözükse de asıl önemi, insanı canlı tutan ve vücudunda kesintisizce akan bir özellik taşımasıdır."

İnayat Han 

Yonca Alpay 


KAYNAKÇA

Müziğin Kadim Yolculuğu- Evren Bayramlı
Merlyn- Dougles Monroe

12 Mayıs 2020 Salı

MÜZİĞİN BİLGELİĞİ

Sanat ve Güzellik

Bir ağaçta, bir kuşta, bir çiçeğin güzelliğindeki mükemmelliği her zaman görüyoruz. Doğanın kendisi bu güzelliği ve mükemmel olanı, dünya üzerinde yansıtan aracısız bir unsurdur. Bu yüzden doğada ve sanatlarda temas ettiğimiz güzellik arketipi, bu dünyadaki kutsallıktır diyebiliriz. Uyum içinde olan her şey güzeldir, çünkü güzellik, uyum içinde her şeyi bütünleştirmeye çalışır. Evrim ise, idealara ulaşmaya çalışılması; bu ideaları anlamamız ve onlar ile temas ederek eylemlerimizde bu ideaları barındırmaya ihtiyacımız olduğundan gerçekleşir. O yüzden felsefeyle temasa ve daha iyi olan Ben’e ulaşma ihtiyacı güderiz. Güzellik, İyilik ve Hakikat erdemleri birbirinden ayrı düşünülemezler ve bir üçgeni bütünler.

Evrensel yasalar Doğu Bilgeliğinde üçlü bir yapı ile açıklanır ve bu açıklamada Logos terimi kullanılır. Logos kavramını Platon ve Aristoteles "Bir şeyi anlaşılır kılan mantıksal temel" olarak açıklamışlar, Yeni Platoncular ise "tanrısal söz" veya "evrensel güç" anlamında kullanmışlardır. Birinci logos; İrade veya ilk yasa, ikinci logos; hayatiyet, enerji, sevgi, üçüncü logosa ise şekil, organizasyon yani ilk iki logosun bir sonucu olan oluşum olarak karşımıza çıkar. Hakikat’i, Üçlü Logosun iradi kısmı olarak düşündüğümüzde, İyilik ikinci Logos ve Güzellik ise dış görünüş yani şekil olarak, yani Üçüncü Logos ’un yansıması olarak gözükür. Sanat ve doğa; ilahi kıvılcımın bir parçası olarak kabul edildiğinde Aşk’tan bahsetmemek de kaçınılmazdır. Çünkü güzelliği ortaya çıkarma ve anlatma heyecanı ancak ona duyulan Aşk ile mümkündür.

DOĞA YASALARI

Kutsal olana duyulan aşk, İlahi Aşk, Plotinus’un bahsettiği bir ulaşma dürtüsü ve hareket ettiricisinden bahsediyoruz. Aşk ile buluşmuş her şeyde, yani güzellik arketipini barındıran şeylerde iyiliği, hakikati ve güzelliği görmemiz kaçınılmazdır. Örneğin doğada bir çiçeğe baktığımızda ya da çok güzel bir heykeli/resmi izlediğimizde içimizde gözleri yaşartacak kadar büyük bir mutluluk hissederek hayranlık duymamız bundandır. Çünkü oradaki evrensel olanı Sezgi aracılığı ile hissederiz. Güzellik kavramı Teozofi kitaplarında "Sezgi" ile özdeşleştirilir. İnsanın içinde var olan Sezgiye yaklaşıldığı anlık saniyelerde, insanı bir birlik duygusu ve saf mutluluk hissi sarabilir, insanın tüyleri diken diken olabilir ve bir coşku halinde de hissedilebilir. Hakikat ile buluşulduğu anlar, bir esrime ile gelir ve insanı; varlığı, dünya ve evren ile bütünleştirir. O yüzdendir ki güzellik kavramından bahsederken sanattan bahsetmek kaçınılmazdır. Çünkü gerçek sanatçılar bu beden aracılığı ile kaos olan şeyleri kozmos olarak forme sokar. Bir uyum vasıtasıyla üçlü logosu dünya üzerinde görmemizi, duymamızı ve hissetmemizi sağlayacak şekilde düzenlediğinde, o klasik sayılan eserler yüz yıllar boyunca hayranlıkla dinlenir ve izlenir. Güzelliği aktaran en güzel sanat eseri elbette ki doğanın kendisidir.

Güzellik Bir’in yansıması ve çoğalması ve kendini şekil, ses ya da görüntü olarak bedenlenmesi olduğundan bahsettik. Yasa’nın doğasıdır bu. Bu, ancak doğada ve kendini evrensel olan ile bütünleşmiş sanatlarda da görülebilir ve insanda bir hayranlık uyandırır. Doğu Bilgeliğinde bahsedildiğine göre; İlk geliştirdiğimiz duyumuz duyma ve son kaybedeceğimiz duyumuz da ses olacaktır.

Bu kadar uzun süre bizimle olacak bu duyunun evrensel olanla bir ilgisi var mıdır?

Plotinus, hakikate ulaşılabilecek üç guruptan bahseder;

1- Filozof
2- Müzisyen
3- Aşık

Müzisyen ve aşık; anlamak, kavramak için bir araca ihtiyaç duyar. Filozof ise, arketipleri (ilk örnek) algılayabilir ve saf zihinde yürür bu yolu.

Bu konu ile ilgili “Müzisyen Beyni” olarak internette bulabileceğiniz bir video hazırlanmış. Bu görsel anlatımda, bir müzisyenin beyninin nasıl çalıştığı, müzik çalışmanın beyinin fonksiyonlarına etkisini ve beynin nasıl daha kapasiteli çalıştığının nedenlerini anlatılıyor.

Peki, madem böyleyse tüm alanlarda bizi çalıştırıyor ve aradaki bağlantıları uyumlaştırıyorsa, iç armoniyi düzenleyerek Bireye (İnsanın evrensel tarafı) ulaşmayı sağlamaz mı?

Ses ve müzik, anne rahmindeki biyolojik birlikteliği hissettirdiği gibi, evrensel ruhsal birlikteliği de hatırlatıcı bir işlevce sahip olabilir mi?

Ses birleştirir oysa görüntü ayırır. Neden?

İnsan ayırıp birleştirdiği bu yolculukta serüvenine bu şekilde devam etmekte…

Müzik konusunda en büyük sıkıntı, müziğin bilimsel yönleriyle yeteri kadar tanıtılamamasıdır. İnsanların günlük hayatta bile sürekli iç içe oldukları bu olguya bilimsel yaklaşmak faydalı olabilir. Tanımından bahsederek başlamak gerekirse;

“Müzik ya da musiki, en genel tanımı ile sesin biçim ve anlamlı titreşimler kazanmış halidir. Başka bir deyiş ile de müzik, sesin ve sessizliğin belirli bir zaman aralığında ifade edildiği sanatsal bir formdur. Biçim ve titreşim içeren bir ses oluşumunda melodi olarak kabul görmesi için dinleyende duygulara yönelik etkileşim yapması da beklenmektedir.” [1]

Tanımına dahi bakacak olursak; Günümüz popüler kültüründeki şarkılar gerçekten bir sanat ve uyumlu müzik ürünü müdür?

Müziğin tanımıyla ilgili şu görüşler vardır:

“Kelimelerle anlatılamayan duygu ve düşüncelerin seslerle anlatılması sanatıdır.

Müzik; duygu, düşünce, izlenim ve tasarımları ve başka gerçeklerin de katkısıyla belli durum, olgu ve olayları, belli bir amaç ve yöntemle, belirli bir güzellik anlayışına göre birleştirerek, biçimlendirilmiş seslerle işleyerek anlatan estetik bir bütündür. Herkesin anlaya bildiği ve anlayabileceği yegâne dildir. Müzik dil ve ırk fark etmeksizin direkt olarak duygulara hitap eden etki eden bir sanat dalıdır.” [2]

Eski Yunan Felsefesinde müziğin etkisi yoğun olarak görülür.

Etimolojik olarak “Musiki-musika-muzika-müzik” kelimeleri Yunanca kökenlidir. Yunan alfabesinde m-o-u-s-a harfleriyle yazılan, peri anlamındaki MÜZİKA kelimesinin sonuna gelen –ike veya –ika takısı, o kelimeye konuşulan dil anlamını kazandırır; Elenika (Yunanca), Turkika (Türkçe), İtalika (İtalyanca) örneklerinde olduğu gibi. Musa’ya eklenen –ike takısı, peri sözcüğüne de perilerin konuştuğu dil anlamını verir. (Musiké) Mûsikiye daha sonraları toplumumuzda İslâmi terimle meleklerin dili denilmiştir. (Elest Bezmi’nin avazesi) Bu durum, müziğe eski çağlardan itibaren batıda da doğuda da tanrısal özellikler atfedildiğini gösterir.

Görüyoruz ki doğa ve gerçek sanat tarih boyunca tüm insanlar için, insanın evrensel olan ile buluşmasını sağlayan bir araç olagelmiştir. Çünkü güzellik arketipini ve kutsal olanı barındırır. Güzellik arketipine de müzik açısından bilimsel olarak baktığımızda matematiksel bazı kavramlar ile karşılaşırız. Tarih boyunca bu konuyu inceleyen bilim adamları, müzikologlar, düşünürler ve filozoflar bu konuda çalışmışlardır. Bildiğimiz kadarıyla bu konuda yoğunlaşan ilk filozof Pisagor/ Pythagoras idi. Platon ve Aristoteles Pisagorculuk’tan şu şekilde bahseder; Pisagorculuk, sayısallık ve evrensel uyumun yani armoninin temel niteliği idi. Ruhun yüceltilip Tanrı katına ulaşması ancak müzik ve matematik ile mümkün olabilirdi.

Pisagor’un özellikle değindiği konular;

Matematik
Frekanslar ve Armoni
Astroloji ve Evrensel Yasalar
Altın Oran gibi kavramlar olduğunu görüyoruz.

Bu konuları bir sonraki “Müzik ve Bilim” makalesinde ayrıntılı olarak ele almaya çalışacağım. Güzellik arketipinin doğada ve sanatta bizde bir coşku uyandırmasının bilimsel olarak Pisagor’un değindiği şeylere bakacak olursak matematiksel olduğunu görüyoruz. Bu konuyu aktarımı bir sonraki makaleye bırakarak, şimdi gelin doğadan bazı örnekler bize tekrar ilham versin.

Altın oran doğada mükemmelliğin matematiksel silueti olduğu gibi; resimde, mimaride kullanıldığı kadar müzikte de gerçek anlamda kusursuzluk ve güzelliği yakalamak için kullanılan gizemli bir sayı olmuştur.


6 Mayıs 2020 Çarşamba

İLK İNSAN VE YARADILIŞ FELSEFESİ ÂDEM VE HAVVA

Öğretiler açısından dünyada hayatın nasıl başladığı tüm zamanlarda önemli olduğundan, ilk insan çiftiyle ilgili anlatılan mitoslar ve sembolojik hikayeler günümüze kadar gelmiştir. Bu metinlerdeki benzerlikleri ve farklılıkları incelediğimiz bir karşılaştırma yapmak ve sembolik olarak açılımları hakkında düşünmek, biz filozof adayları açısından yararlı olacaktır.

Öncelikle Âdem ve Havva’nın etimolojik kökenine bakacak olursak:

Âdem ismi; Kabala ’da tek yaratılandır. Aynı zamanda kırmızı toprak anlamına da gelir. Sümer dilinde Adamu; babam, Asur-Babil dilinde Adamu; yapılmış, çocuk, genç, Sabiî dilindeki Adam; kul, İbranicede Adamah; toprak, yeryüzü, eski doğu dillerinde Adam kelimesi ise yerden veya yere ait, yani insan/insanlık anlamına gelmektedir.

Havva: İbranice ’de ve Tevrat’da adı Havvah, Tevrat’ın Yunanca tercümesinde Eva, Latince Heva ve batı dillerinde Eve olarak karşımıza çıkmaktadır. Tevrat’a göre “canlı, yaşayan” anlamında, var olan her şeyin annesi demek olan Havva ismini, Âdem vermiştir. Hayah Hayat kökünden geldiği ileri sürülmekte ve bu kelime yaşamak, yaşatmak anlamına gelmektedir.

Havva, Hitit Fırtına Tanrı’sının eşi olan ve bir aslanın sırtına çıplak halde binen, aynı şekilde Yunanlar arasında da Herakles’in eşi Hebe olarak bilinen, Tanrıça Heba ile özdeşleştirilir.

Özellikle Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslamiyet’te yaradılış ile ilk insanlar kabul edilen Âdem ve Havva konusuna vurgu yapılmakta olduğunu görüyoruz. Şimdi bu üç dinde yaradılış nasıl karşımıza çıkıyor biraz değinelim.

Tevrat ve İncil’de Âdem ve Havva

Tevrat’ta yaradılış öykülerine birbiri ardı sıra gelen iki öyküye rastlıyoruz. İlki yaradılış ile ilgiliyken ikincisi daha çok ilk insan çiftinin yaradılışı ile ilgilidir.

Kitapta geçen ilk öyküye göre yaratılış aşamalı olarak altı günde gerçekleşmiş, Elohim (Tanrı) önce gökleri ve yeri yaratmıştır. Yani önce hava ve toprak elementini daha sonra da suları ve canlıları dünyaya getirmiştir. Altıncı günde tüm doğaya hükmedecek olan kendi suretinden Adem’i yaratır. Bu canlı yani insan; kaosu sona erdirecek ve evrene şekil verecektir. Yedinci gün olduğunda Elohim artık eserine seyretmeye başlar.

İncil’de ise Tevrat’ta olduğu gibi Tanrı önce göğü ve yeri yaratmış, daha sonra ışığı, gök kubbeyi ve suları yarattı. Sırasıyla kara, deniz- bitkileri, yıldızları, denizdeki ve gökyüzündeki canlıları ve ardından karadaki hayvanları yarattı. Tanrı insanı, kendi suretinden erkek ve dişi olarak, verimli olmalarını ve tüm yeryüzündeki canlılara egemen olmaları için yarattı. Bu yaratılış zinciri altı gün sürdü. Yedinci günü kutsal bir gün olarak belirledi.

Bu öykü, Babil ve Sümer mitlerinin izlerini taşır. Kendi bedeninin yarısından yeri, diğer yarısından göğü yaratan, yarattığı yeryüzünde Tanrılar adına hareket etmesi için insanı yaratan Marduk’u anımsatır.

Tevrat’ta geçen ikinci öykü ise; yeryüzü başlangıçta hiçbir bitkinin olmadığı bir çöldür. Daha sonra yerden bir sis yükselerek tüm yeryüzünü sular. Islak toprakta Elohim insanı yaratır ve ona burnundan nefes üfleyerek can verir. Doğu’da, yarattığı insan için Aden’de bir bahçe yapar. Bu isim; İbranicede Eden’dir. Âsur ve Bâbil dilinde Edinu, Sumer dilinde Edin olan bu kelime “ova, bozkır” manasındadır. Her tür bitki olan bu bahçenin ortasında bir hayat ağacı, bir de bilme ağacı vardır. Bahçeyi sulamak için dört kollu bir nehir uzanır. Bunlar Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat olarak geçer. Daha sonra hayvanları ve Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Tanrı insana bahçedeki her tür bereketten faydalanabileceğini, ancak bilme ağacından bir şey yememesini öğütler.

Burada ise ölümsüzlüğü arayan Gılgamış Mitolojisinde de olduğu gibi iki önemli ağaç olduğunu ve dört ırmak bulunduğunu görmekteyiz.

Daha sonra Tekvinin üçüncü bölümünde, Havva yılan ile karşılaşır ve onu bilme ağacının meyvesinden yemesi konusunda ısrar eder. Havva neden yememeleri gerektiğini yılana söylese de yılan, Âdem ve Havva’nın ölmeyeceklerini, şayet meyveden yerlerse iyiyi ve kötüyü bilebileceklerini ve Tanrı ile aynı özellikleri kazanabileceklerini söyler. Havva ikna olur, önce kendi meyveyi yer sonra Adem’i de ikna ederek ona da yasak meyveden verir. Artık gözleri açılmış kendi doğal çıplaklıklarını örtme ihtiyacı duymuşlardır. Bunu gören Tanrı yasak meyveyi yediklerini anlar, olayın nasıl geliştiğini öğrenir ve önce yılana daha sonra ise kadına zor bir hayat geçireceğini söyler. Âdem ise hayatı boyunca toprağa bağımlı bir varlık olacaktır. İnsanın elinden böylece ebedi hayat alınmıştır, hikâye sonrasında oğulları Habil ve Kabil ile devam eder.

Kur’an-ı Kerim’de Âdem ve Havva

Kur’an-ı Kerim’de ise Adem’in yaradılışı oldukça fazla ayette geçmektedir. Fazla yoruma girmeden nasıl ve nerelerde geçiyor görelim.

Al-i İmran suresinin 59. Ayetinde ilk insanın yaradılışı şu şekilde geçer: “Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem'in durumu gibidir; O, onu topraktan oluşturdu, sonra ona “Ol!” dedi, o da hemen oldu.”

Adem’in yaratıldığı madde ise birçok ayette geçmektedir. Bu maddeler Toprak (türâb), su (mâ’), çamur (tîn), akışkan veya süzme çamur (sülâle min tîn), yapışkan çamur (tîn lâzib), kurumuş çamur (salsâl) olarak geçer. (Hicr, 15/26, Rahman, 55/14, Saffat, 37/11, Secde, 32/7, Mü'minun, 23/12, Enam, 6/2, Tâhâ, 20/55, Rum, 30/20, İsra, 17/61; A’raf, 7/12; Sâd, 38/76, Saffat, 37/11, Mü'minun, 23/12, Hicr, 15/27; Rahman, 55/4, Secde, 32/7)

“O, oluşturduğu her şeyi en güzel yapan ve insanı oluşturmaya bir çamurdan başlayandır. 8Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. 9Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti..” Secde, 7-9’da

“O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı..”; Zümer,6;

"... Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur... Hacc, 5

“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten oluşturan, ondan eşini oluşturan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. “Nisa, 1

“Ve Biz, “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân ediniz/burayı yurt tutunuz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol nasiplenin ve şu girift şeye yaklaşmayın; mal/altın-gümüş tutkunu olmayın, yoksa kendi benliğine haksızlık edenlerden olursunuz” dedik.” Bakara, 35

Hemen hemen tüm yaradılış ile ilgili ayetler doğrultusunda da gördüğümüz gibi Kur’an-ı Kerim’de de aynı izleri taşıyor yaradılış hikayesi.

Mircae Eliade’de bu mitten şu şekilde bahsetmektedir. “Dört kola ayrılan ve yerin dört bölgesine hayatı taşıyan nehriyle, Âdem’in bakması ve ekip büyütmesi gereken ağaçlarıyla cennet bahçesi, Mezopotamya imgelemini çağrıştırmaktadır. Tevrat anlatısı bu örnekte de belli bir Babil geleneğinden yararlanmış olabilir. Ama ilk insanın yaşadığı cennet miti ve insanların zor erişebildiği “cennet gibi” bir yer miti Fırat ve Akdeniz’in dışında da biliniyordu.”[1]

Bu üç dinde de, Mezopotamya’dan bazı semboller ve mitler girmiş, ya genişletilmiş ya da biraz farklı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden ilk örnekler sayılabilecek Mezopotamya Mitoslarında insanın yaradılış hikayesi nasıl geçiyor bakmakta fayda var.

Mezopotamya inanışına göre ise; insanın yaradılışı ile ilgili birkaç anlatıya rastlıyoruz;

Öncelikle insanı Tanrılara hizmet etmek için yaratıldığına inanılan coğrafyada; Yüce Tanrı Enki insanı aklen ve bedenen aciz bir varlık olarak yaratır.

Babil mitosu olan “Enuma Elish”de ise Marduk Tanrıların hizmetkarı olarak insanı yaratır.

Bir diğer yaradılış hikayesi Adapa mitosu’dur; Adapa, Mezapotamya mitolojisinde yaratılan ilk insandır. Enki’nin oğlu sayılan Adapa, Eiduk şehrinin kralıdır. Adapa’nın görevlerinden biri Tanrılara balık temin etmektir, bir gün kayığını batıran Güney Rüzgarına sinirlenip onun kolunu kırar, kolu kırılan rüzgar artık esmeyince Tanrılar Adapa’yı cennette sorguya çeker. Enki, Adapa’yı cennetteyken hiçbir şey yememesi konusunda uyarmıştır. Aslında bu bir aldatmacadır. Yerse ölümsüzlüğü elde edecek, yemezse ise ölümlü olarak kalacaktır. Adapa Enki’nin sözünü tutarak hiçbir şey yemez ve böylece ölümsüzlük fırsatını da kaçırmış olur.

Kaburga ve cennet tasvirine ise Enki ile Ninbursag mitosunda rastlıyoruz. Bu mitosta su tanrısı Enki ve toprak ana Ninhursag’u görmekteyiz. Enki yaratılan meyveleri yiyince Ninsursag buna kızarak Enki’yi iyileştirecek Tanrılar ile beraber Enki’nin sekiz organına hastalık verir. Bu hastalıklardan biri ise özellikle dikkat çekmektedir. Bu hastalık “Tanrının kaburgası”dır. İyileştirecek Tanrıça ise “Kaburgaların Tanrıçası” anlamına gelen Ninti’dir. Sümerce “ti” aynı zamanda yaşam anlamına da geldiğinden Ninti; yaşamın Tanrıçası anlamına da gelmektedir. Bu mitosta cennet olarak anlatılan aydınlık, temiz, saf, tüm canlıların huzur içinde yaşadığı Dilmun’u da görmekteyiz. Kutsal metinlerde Aden olarak bahsedilen cennet bahçesi, İbranice mutluluk anlamına gelir. H.P.Blavatsky’nin kitabı Antropogenesis’de ise Aden “Mutluluk Bahçesi” olarak geçer.

Yılan sembolojisi; birçok öğretide yenilenme özelliği taşır, dönüştüğü için sonsuzlukla ve derin sırları bilme ile yani bilgelik ile özdeştirilir.

Hayat Ağacı: En eski zamanlardan itibaren yeryüzü ve gökyüzünü birbirine bağlayan semboldür. Ağaçlar mistik güçler ile bağdaştırılmıştır. Her toplumun ve inanışın kutsal bir ağacı olduğunu da görmekteyiz.

Sonuç olarak; inanışlarda mitoslarda ve öğretilerde topraktan yaratılmış Adem’in öncelikle eril ve dişil özelliği kendinde barındırmış olması yine H.P. Blavatsky’nin Antropogenesis kitabında geçmektedir ve ondan yaratılmış Havva ise tüm her şeyin annesi sayılarak hayatiyeti, yaşamsallığı sembolize eder. Antik Mısır’da gördüğümüz ilk insan olarak ayakları birleşik henüz hayatın düaliteye ve çiftlere ayrılmamış olması Osiris’le ifade edilmektedir. Osiris ve eşi Isis gibi Âdem ve Havva da yer yüzünde düaliteyi başlatmışlardır. Bilgelik ağacından yemeyi ise insanın karşı karşıya kaldığı ilk sınav olarak görüyoruz. İnsan böylece kozmik bilgiden uzaklaşmış sayılabilir. İnsanın iyiyi ayırt edebilecek yetiye sahip olmasıyla aynı zamanda kötülüğü, ayıbı, çirkinliği, kıskançlığı da bilebileceğini ve bunları birbirine karıştıranın, insanın Kama-Manas’ı olduğunu düşünebilir miyiz?

Yonca ALPAY& Ilgın ADIGÜZEL




KAYNAKÇA

-Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006/2, c. V, sayı: 10, ss. 51-96.

-ÂDEM VE HAVVA’NIN KİTABI: ESKİ AHİT APOKRİFASINDA ÂDEM VE HAVVA’NIN HAYATI Cengiz BATUK *Doç. Dr. Gürbüz DENİZ Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 2012

-https://ti-entertainment.com/Hbr-139-Adem-ile-Havva-Kissasi.html

-Kur’an Tebyini- Hakkı Yılmaz

-Tevrat ve İncil

-H.P. Blavatsky Antropogenesis I. Cilt,2019

-H.P. Blavatsky Antropogenesis II. Cilt,2019

-H.P. Blavatsky Teozofi Sözlüğü, 2019




[1] Eliade, Dinsel Düşünceler ve İnançlar Tarihi, c.1, s. 207.

27 Nisan 2020 Pazartesi

STOACI FİLOZOFLARDAN HAYATA IŞIK TUTAN FELSEFİ FİKİRLER


Stoacılık: Atina’da Stoa Okulunun kurucusu, Kıbrıs’lı olan Antik Yunan Filozofu Zenon, M.Ö 326 – 246 yılları arasında yaşamıştır. Felsefenin insan hayatını yönlendiren bir öğreti, doğaya uygun yaşamanın ise bilgelik olduğunu ileri sürmüştür. Anlamı “Erdemin ve mutluluğun zirvesine ulaşmak” olan Sinizm’den etkilenmiş, Akademia’da Krates’in öğrencisi olmuştur. Sokrates öğretisini öğrenmiş, daha sonra Peripatetik’lerin- Gezimci ‘lerin (Derslerini yürüyerek anlatan) geleneğini yıkarak bir halk galerisi olan, direkler üzerine yanları açık, üstü ise kapalı Stoa-poikile’de öğretisini yaymıştır. Sıra sütunlardan oluşan bu yapıya Stoa denmesinden dolayı ise bu öğretiyi takip eden filozoflara Stoacılar denmektedir.

Stoacılık önce Yunanistan’da daha sonra ise İtalya’da yaygınlaşmıştır. Zenon’un önde gelen öğrencileri Persaeus ve Cleanthes (M.Ö. 331-233)’dir. Cleanthes’den günümüze Zeus için yazılmış bir ilahi kalmıştır. Daha sonra Stoacılığın takipçilerinden, bu doktrinin gelişmesinde önemli rolü olan Chrysippus (M.Ö. 280-206) sayılabilir. Chrisippus okulunun bölünerek dağılmasını önlemiş, Stoik doktrinin mantık alanında öncüsü olmuştur. Panaetius (M.Ö. 180-112)’un, ikinci Stoik okulun kurucusu olduğu söylenebilir. Stoacılığın takipçisi olan filozof, daha ılımlı bir bakış açısı sayesinde öğretinin sertliğini yumuşattığı görülür. Posidonius (135-51)’un Rodos’da kurduğu okulda Roma’lı olan Cicero (M.Ö. 106-43)’da derslere katılmıştır. Aristotelesteles ve Pythagoras'ın öğretilerinin çoğunu kabul eden Posidonius, birçok eser bırakmıştır. Roma ‘da ders vermiş Stoacılardan en belirgini Cornutus’dur. Roma Stoacılığının en bilindik filozofu olan Seneca ve Epiktetus ve Marcus Aurelius’un gelişine kadar Roma Stoacılığının öncüsü olmuştur.

Stoacı filozofların en önemli ilkelerinden olan; doğaya uygun davranmaktır. Bu aynı zamanda insanın öz değerlerine yani erdemlerine uygun davranışını bize anlatır. Kendisi için en doğru seçimleri yapan, güneşin doğumu, baharın gelişi gibi sabırla doğru zamanı bekleyen, en adaletli olan doğa yasalarını kendisine örnek alır. Bu yüzden dört ana erdem şu şekilde geçer; doğru seçme, sabırla katlanma, ölçülü olma ve adaletle üleştirme.

Stoacılar iç dengenin önemini vurgulamış, güçlü bir ahlak ve kusursuz bir erdem öğütlemişlerdir. Stoacılar, zevkin ve acının seslerine kulaklarını kapamış, tutkulardan arınmış, korkularının üzerine çıkmış, gerçek iyiliğin erdem, kötülüğün ise vicdan azabı olduğunu söylemişlerdir. İnsanın kendi hayatının mimarı olmasının ancak kuvvetli bir iradeden geçtiğini vurgulayan Stoacılar ölüme karşı insanın kötülüklerden kurtulması olarak bakmışlardır. En önemli Stoacı filozoflardan bazıları;

EPIKTETUS
Frigya'da Hierapolis'te M.S 50’li yıllarda doğmuş olduğu düşünülmektedir. Bir köle idi, aynı zamanda Roma ve Epirus’da öğretmenlik yapmış olduğu bilinmektedir. Zor doğumu, güçlüklerle dolu yaşamının bir sonucu olarak; asıl efendinin kendisi olduğunu, servet ve şerefi hor görmeyi, gerçeğin bir mücadele olduğunu, mutluluğu ise mantığın zaferinde ve tutkulardan arınmış olan bir iradede bulduğunu savunmuş ve aktarmıştır.
Etik anlayışını oluşturan değerler şunlardır; dünyevi zevklerden vazgeçme, kadere teslimiyet, anlayış ve tüm evreni yöneten ilahi güce olan inanç. Kendi doğamıza göre davranmamız iyi davranışı doğuracaktır, bu da sabır ve irade ile olabilir. Bu isteği güçlendirmenin yolu ise Tanrı’ya yönelmektir. Kişinin kendini mükemmelleştirmesi hakkında; insanın dünyevi olan bedenden ve onun tutkularından arınması ve daha asil ve yüce olan spiritten oluştuğundan bahseder. Mutluluk hakkında; mutluluğun ve özgürlüğün şanda şerefte mevkide değil, insanın iç potansiyellerinde ve mutlak iyide olduğundan bahseder. Zenginlik hakkında ise; kötü insanlar zengin dahi olsa bu onun zehirli ve tehlikeli olmadığını bize göstermediğinden bahseder.

“Siz, canlı bedenle yüklü ruhsunuz.”
“Hiç kimse irademizi bizden alamaz, hiç kimse onun üzerine hakimiyet kuramaz.”
“İnsanların senin hakkında iyi konuşmasını m istiyorsun? Onlar hakkında iyi konuş! Onlar hakkında iyi konuşmayı öğrendiğinde, onlara iyilik yapmaya çalış, böylece iyi konuşmanın hasadını biçeceksin.”
“Bir ilkenin bir insana ait olması için, onu her gün duyması, koruması ve yaşamında uygulaması gerekir. Bunun kolay bir şey olmadığını bilmelisin.”

LUCİUS ANNAEUS SENECA
M.Ö.4 yılında dünyaya gelmiş olan Seneca, çocukluğundan itibaren, babası sayesinde çok iyi bir eğitim görmüştür. Zayıf bir bünyesi olduğu ve verem olduğu için, hükümdarın onu hatipliğini ve avukatlığını kıskanmasından dolayı çarptırdığı ölüm cezasından kurtulmuştur. Bir süre sonra yeni hükümdar, onu başka bir suçlamayla sürgüne göndermiş, sekiz yıl sonra geri çağırılarak hakim olarak atanmış ve imparatorun varisi olan Neron’un öğreniminden sorumlu olmuştur. Neron ilk başta adil bir yönetim sergilemesine karşı daha sonra eşinin etkisinde kalarak ahlak bozukluğuna düşmüş despot bir yönetim sergilemştir Bu gidişata engel gibi gözüken Seneca, imparatora suikast suçlamasıyla ölüm cezasına çarptırılmış ve bunun üzerine de Stoacı olmasından dolayı ölümden korkmayıp onurlu bir şekilde ölmek istediğinden dolayı, intihar etmiştir.

Felsefi çalışmaları 10 eserde toplanmıştır; “Bilgenin Değişmezliği Üzerine”, “Öfke Üzerine”, “Marcia'ya Avutma Üzerine”, “Annesi Helviam'a Avutma Üzerine”, “Mutlu Yaşam Üzerine”, “Kamu İşlerinden Uzakta”, “Ruhun Dinginliği Üzerine”, “Yaşamın Kısalığı Üzerine”, “Bağışlama Üzerine” ve “İyilik Yapma Üzerine”.

“Bir insan hangi limana ulaşmak istediğini biliyorsa onun için her rüzgâr uygundur.”
“Aslında zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, biz cesaret edemediğimiz için zordur.”
“Uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak için çabalamalıyız.”
“En kudretli insan kendisine hâkim olandır.”

MARCUS AURELİUS

121 yılında doğan Aurelius’un, babası ölünce, dedesi eğitimini üstlendi. Sakin bir çocukluk ve çalışmakla namusla geçmiş bir gençlik, onu insanlığa hizmet eden bilge bir imparator yapacaktır. Daha çok küçük yaşlardan itibaren çok büyük bir adam olacağı belliydi. Buna örnek olarak daha sekiz yaşındayken şövalyelik unvanı kazandı, daha sonra hayat onu adım adım imparatorluğa doğru sürükledi. Bu sırada imparatorluğu parçalayan iç ve dış meseleler ile hastalıklar ve doğal felaketler yaşanmaktaydı. En yakınlarından gördüğü nankörlükler ve barbarlara karşı iç karışıklıklar onu adil, düşünceli ve makul olma iradesinden vazgeçirmedi. On dokuz yıl süresince Romalılar, onun dürüstlüğü, bilgeliği, saygısı ve bütüncül düşünmesi sayesinde hiç bu kadarına sahip olmadıkları refaha ve özgürlüğe kavuşmuşlardır.

En yüce ahlaki kurallarını “Kendime Düşünceler” kitabına aktarmıştır. Bunun dışında öğretmeni Fronto’ya yazmış olduğu mektuplar da günümüze kadar ulaşmıştır.

“Yolundan ayrılma. Değişime göre doğru olacak şekilde hareket et. Her zaman gerçeği kavramaya çalış.”
“Şeylerin doğasına bak, Her bir şeyin kendine özgü değeri ve niteliğini aklından çıkarma.”
“Evrendeki herşeyin birbiriyle ne kadar sıkı bir biçimde bağlandığını düşün. Çünkü her şey dayanışma içindedir, dönüşümdeki gerilim, maddenin uyumu ve birliğinden dolayı arka arkaya gelir.”
“Görevin iyi insan olmak. Bunu başarırken hem evrensel doğanın hem de bireyin yapısal ilkelerine uygun davranmalısın.”

KAYNAKÇA: Epiktetus, “Yaşam için el kitabı”; Seneca, “Ahlaki Mektuplar”; Marcus Aurelius, “Kendime Düşünceler”

20 Nisan 2020 Pazartesi

İçe Dönüş ile Şifa: MANDALA


Evde daha çok zaman geçirdiğimiz bu günlerde boş zamanımız varsa endişelerden uzaklaşmak ve zihni susturmak için oldukça eski bir sanattan bahsetmek istiyorum.

Mandala yapmasanız bile, herhangi bir mandalaya baktığınızda dinginleştiğinizi gözlemleyebilirsiniz.

Güzel enerjiler yüklediğiniz bir mandalayı, size hatırlatması için üzerinizde taşımayı ya da duvarınıza asmayı tercih edebilirsiniz. Bakalım Mandala nedir ve neden bize iyi gelen meditatif bir etkinlik sayılmaktadır?
Mandala bazı kaynaklarda “strese karşı terapi” olarak da geçmektedir. Mandala, Sanskritçe 'çember' anlamına gelir. Kelimenin kökenine bakıldığında ise “Manda” enerji veya öz, “La” ise kap anlamına gelir; yani Mandala "enerjiyi saklayan/tutan kap" olarak tanımlanabilir.

Mandala, Hint kökenli dinlerde metafizik veya sembolik bakımdan mikro kozmosu (tüm evrenin yansıması) gösteren şekillere verilen bir sanattır. Çünkü evrendeki ritmin ve döngüselliğin yansımasıdır. Kumda, parşömende, seramikte, halı sanatında ve işlemede çalışılmaktadır. Merkezden başlayarak dışa ve sağa doğru daireler halinde genişleyen şekilleri belli bir düzene göre boyama sanatı olarak yapılmaktadır. 

Mandala’nın faydaları:
Mandala neden bir terapidir? Şimdi biraz ona bakalım. Hem evreni sembolize ettiğinden hem de bir içe dönme pratiği olduğundandır diyebiliriz. Mandala çizmek duyguları ifade etme biçimidir. Kendi ile iletişim kurabilen insanların iç dünyalarının daha dengede olduğunu hepimiz biliyoruz.

- Sakinleşmemizi, olumsuz ya da kendini tekrar eden iç seslerin durmasını sağlar.
- Bütünü görmemiz için farkındalığımızı arttırır
- Konsantrasyonumuzun artmasına yarar.
- Sabırlı olmayı öğretir
- Erdemleri çalışmak için pratik bir yoldur.

Mandalalar her zaman daire şeklindedirler, aynı evrende gördüğümüz gibi. Kare şeklindeki motifleri bile yuvarlak formdadırlar. Mandala da evrenin oluşumu gibi bir merkezden başlayarak sağa doğru bir hareketle, dışa doğru genişleyen bir helezon olarak, sayıların ve geometrik şekillerin oluşumu olması, bizi derinleştiren ve evrenin bir yansıması olduğu fikri ile buluşmamız gereken en önemli amaçtır. Yani Mandala, “Bir”den düalitenin başlamasıyla kendinden türüm eder ve çoğalır.

Nasıl Yapılır?

İnternet üzerinden bulabileceğiniz ve merkezden sağa doğru genişleyen hareketlerle boyayabileceğiniz gibi, şekilleri de kendimiz oluşturabiliriz. Çizim sırasında sizi sakinleştiren bir müzik dinlemek daha da yardımcı olacaktır.

Renklendirme işlemi de şeklin ortasından başlayarak dış hatlara doğru bir hareket izlenmelidir ki yaratımın sembolü olarak içimize işlesin.

Sıfırdan kendi mandalamızı oluşturmak içinse, aşağıdaki gibi bir yol takip edilebilir.
  • Boş bir sayfa, cetvel, pergel, çizim ve renkli kalemlerimizi hazırlıyoruz ve dinlendirici bir müzik ayarlıyoruz. 
  • Çalışmaya başlamadan önce geliştirmek istediğimiz bir erdem belirleyip, bir süre bu erdem üzerine düşünebilir ya da bu erdem ile ilgili sözler okuyup derinleşebiliriz.
  • Kâğıdın tam orta noktasını belirleyip o noktaya cetvel yardımıyla bir artı çizin.
  • Sonra çizdiğiniz artıdaki merkezden başlayarak pergel ile bir daire çizin
  • Çizdiğiniz daireyi bir pasta dilimler gibi eşit parçalara ayırmak işinizi kolaylaştıracaktır.
  • Ne kadar kolay ya da zor yapmak istediğine doğru orantılı, yine pergel yardımıyla istediğiniz genişlikte ve istediğiniz sayıda aynı merkezden başlayarak daireler çizmeye devam edin. Suya taş attığımızda oluşan daireler gibi gözükecektir.
  • Ve merkezden başlayarak geometrik ve dairesel şekiller çizmeye başlayabilirsiniz. Yay şeklinde küçük motifleri ilk küçük daireye çizerek başlayın. İsterseniz öncelikle kurşun kalem kullanın ki, hatalarınızda ya da beğenmediğinizde silebilesiniz.

  • Çizdiğiniz yayları istediğiniz yöne doğru birleştirerek motiflerinizi oluşturmaya çalışın. Ve sağa doğru genişleyen bir yol haritası ile tüm taslağınızı oluşturun.
  • Daha sonra kullanmayı istediğiniz renkleri belirleyebilirsiniz
  • Renkli kalemlerle çizimlere devam edebilirsiniz ya da boyamaya başlayabilirsiniz.






Şekil 3- Örnek olarak kullanılabilecek bazı basit şekiller

Sağlıklı günler dilerim.
Yonca Alpay


































4 Ocak 2019 Cuma

HAYAT

Ne acayipsin hayat,
Eğlenceli, karmaşık
Sürprizlerle dolu ve değişken

Soruları sorarken cevapların geldiği,
Cevapları alırken yeni sorular doğurtansın

Ağlarken gülümseten, gülümserken ağlatansın
Her yeni gün en baştan başlayan
Birden kaldırılması ağır denemeler verdiğin için zaferlere sebep olansın
Herşeye rağmen bütün olarak güzel teslim olduğum
İçinde kendimi her gün yeniden bulduğumsun.
Teşekkürler hayat, verdiğin aldığın vermediğin herşey için💜


29 Kasım 2018 Perşembe

NERDESİNİZ?

Ben sizin elleriniz, emeğiniz ve çabanızım.
Ben sizin isteğiniz ve isteksizliğiniz,
Sizin korkularınız, alışkanlıklarınız, nefretiniz ve alınganlıklarınız,
Ben bencilliğiniz, oyunlarınız ve haklı olma savaşınızım.

Peki siz nerdesiniz bu kadar şey arasında?
Oysa anlaşabilirdik biraz dingin kalabilseydik,
Hakikati duyabilirdik ve yönümüzü gösterebilirdi bize.
O zaman buluşabilirdik iyilikte, hoşgörüde, paylaşımda
Ve sevgide
O zaman daha güzel bir dünyada el ele olabilirdik
Ve o zaman sonsuzluğa özgürce yürüyebilirdik.

Y.A.

27 Kasım 2018 Salı

Etkisi eskimeyen şiir- Düşünüyorum da..

Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi

düşünüyorum da,
sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
Kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu, duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor gerçek kimliğimizi,
Duyularımızı bastırıyor, elele tutuşmamızı engelliyor mu?

Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateş böceği sansalar beni.?
Belki en hoyrat yürek bile, ateş böceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğunu el kaldırmaya kıyamaz?
Güçlü kapıların arkasına kilitlesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup, bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.
Oysa bir görebilsek bunu, kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak
İncinsek yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu
Denesek
Risk alsak
Yanılsak
Farketmez
Tekrar tekrar bıkmadan denesek ve kucaklaşsak yeniden, tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman farkedeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kar bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.

Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi..

Rabindraneth Tagore


8 Temmuz 2018 Pazar

Yol Olmaya Geldim

YOL OLMAYA GELDİM

Ölmeden olmak yok imiş
Aynadaki hayal imiş
Yolda sanıp oyun imiş
Yol olmaya geldim

Hakikat uğruna ölmez isen
Aradığın bulunmaz imiş
Ne aradığını bilir isen
Hazine senin içinde imiş

Acılardan geçer isen
İsyan edip korkmaz isen
Nedenleri bulur isen
O cehennem cennet imiş

YA

16 Mart 2016 Çarşamba

ÖZGÜRLÜĞE ÇAĞRI

Kölelikten özgürlüğe bir yolculuk bu,
Adım adım yaklaştığımız.
Eninde sonunda varacak olduğumuz.
Bir ezgi var söylemek istediğim.

İnsan bırakamadığı şeylerin kölesidir.
Nasıl mı?
Mesela sigara, alkol, teknoloji, sosyal medya bağımlılığımız.
Atmaya kıyamadığınız çocukluğumuzdan kalan bir oyuncak, ya da bir fotoğraf.
Yurt dışı gezimizden kalma bir metro bileti,
Bizi her seferinde üzen çok sevdiğimiz arkadaşımız.
Kazıklayan tanıdıklar,
Arkanızdan konuşanlar,
Bizi yaralayan kandaşlarımız,
Bırakamadığınız duygularımız,
Öfkemiz,
Sevilme ihtiyacımız,
Onaylanma ihtiyacımız,
Bağımlısı olduğumuz her şey kısacası..

Hepsi bize zarar verdiği halde çözüm arayıp bulamıyorsak, bırakamamızın tek sebebi, onlara köle olmamız değil mi?

Ancak iyi bir haberim var, ÖZGÜRLEŞMEK ELİMİZDE :)
Size zarar veren şeyleri dönüştüremiyorsanız, elinizden geleni yapmış ve bu sizin elinizde değilse artık, terk etme zamanı gelmiştir. Belki başta sancılı bir süreç olsa da her türlü alışkanlığı bırakmak, bizi özgürleştirecek tek yoldur. Kendi irademizle bu yolu seçersek Karma da bize öğrenmemiz için daha acı tecrübeler yaşatmayacaktır. Aksine, kendi duvarlarımız ya da sınırlarımıza çarpmadığımız için, ne ekersek onu biçeceğiz, "Herkes kendi kaderini kendi yaratır". Bir sır vereyim mi, kendi hayatımızın kahramanı olabiliriz ;)
Bahar yakındır ve anahtarı bizdedir.


Nerde yüreği tertemiz uyanık insan?
Nerde güzel düşünceler ardından koşan?
Herkes kendi kafasının kulu kölesi:
Hani Tanrı'nın kulu, nerde o kahraman?

Ömer Hayyam


11 Haziran 2015 Perşembe

Arz'ın Merkezine Seyahat

Düşündüm, çalıştım, araştırdım ve yine düşündüm
Alemlerden alemlere gezdi zihnim.
Hücredeki molekülde, oradan atomda yani mikrokozmozdayım
Düşündüm..
Benzettim..
Çıktım yola, ve
Böle böle bütünledim

1'deyim 10'dayım, her şeyin dönüşümle 1'e olmasında ve
Yine bütündeyim
Tüm renklerin tekrar tekrar beyaza dönmesindeyim.

Sonra Herkül'ü düşündürdü çalıştıklarım,
Güneş'teyim şimdi, makrokozmozda
Gezegenler, İnsan, Atalarımız ve yine insan,
Neler oluyor,
Bir küçülüyo bir büyüyor Dünya..
Güneş'in anlatmak istediği ile atomun benzerliği..

Sonra hayranlıkla gördüğüm, izlediğim,
Dinlediğim sanatları düşündüm
Sonra güzel kavramı ile tüm düşündüklerim uçuştu hiçe..
Hayranlık..
Gözlerde tebessümlü iki yaş..

Hepsi tek bir ses oldu şimdi
Zihnime binip, gezdim alemleri öyle bugün,
İnsan'ın merkezindeki BİR'in bilgisine doğru.
Duydum onu..
Sanat'ları, uygarlıklarlı, din'lerin asıl özünü
Ve bilimi yakıtım yapıp alıp başımı gittim öyle.







MÜZİĞİN BİLGELİĞİ II

Müzik ve İnsan  Bir önceki yazının devamı olarak gelelim, iç hayat yaşamaya çalışan bizler için doğru seçilmiş bir müzik, hangi alanlarda ...